Dünyalı Olmak, Güçlü Bir Yerel Kültüre Sahip Olmakla Mümkündür. / 22.09.2010
Nasıl ailelerin kendine özgü hayat tarzları varsa, şehirlerin ve ülkelerin de kendilerine özgü kültürleri vardır. Eskimoların yaşamları Güney Afrikalarınkilerden farklıdır. Her ailenin her toplumun kendine ait, onları diğerlerinden farklı kılan gelenekleri vardır. Her ne kadar çoğumuz bu farklılıkların zenginlik olduğunu söylesek de, bu farklılıklar yanı başımıza geldiğinde içgüdüsel olarak kendimizi korumak isteriz. Farklılıklar bizi korkutur. Bu sadece bizde değil, dünyanın her yerinde yaygın bir duygudur. Kültürel çeşitlilik belki de bu yüzden sözde desteklediğimiz ama kabullenmekte zorlandığımız konuların başında gelir.
Mesela sabah kahvaltılarında bizim için vazgeçilmez olan peynir ve zeytin gibi tuzlu yiyeceklere Avrupalılar yadırgayarak bakarlar; onlarda kahvaltıda tuzlu yenmez. Sizce bir Avrupalının bizi bu nedenle yargılaması doğru olur mu? Veya tersine, biz onları bizim gibi davranmadıkları için yargılayabilir miyiz?
Günlük hayatta karşımıza çıkan kültürel çeşitlilik karşısında, en aydınlarımızın bile önyargıları vardır; çünkü kendimizi bilinenin güvenliğine teslim etmeyi daha çok tercih ederiz.
Tarihte bu korkular ve önyargılarla davranan birçok egemen ulus, farklı kökenden gelen etnik ve kültürel grupları kendi içinde eritmek (asimilasyon) istedi. Fakat bugün geldiğimiz bilinç düzeyinde bu “eritme” anlayışı artık bir insanlık suçudur. Farklı olana hayat hakkı tanımamak artık kabul edilemez bir tutumdur.
Toplumsal hayatımızda da, şirket hayatımızda da, botanikte de, biyolojide de sağlıklı olan çeşitliliktir. Çeşitlilik ister kültürel isterse ekolojik olsun, bir sistemin hayat kaynağıdır. Çeşitlilik sisteme sadece direnç ve istikrar değil aynı zamanda renk ve güzellik de katar. Biyolojik çeşitlilik bozulduğunda ise doğanın dengesi bozulur ve felaketler birbirini takip eder. Türlerin benzer olması iyi sonuçlar vermez. Aynılık sakatlık doğurur!
Yerel kültürlere sahip çıkmak, bu dünyanın çeşitliliğini ve dengesini korumak anlamına gelir. Tarihte ilk kez Avrupa’da ortaya çıkan ve amacı; etnik, kültürel, dinsel ve dilsel farklılıkları bir potada eriterek ortak ulus yaratmak olan ulus-devlet projesi bugün artık ciddi olarak sorgulanıyor. Tek tip ve tek kültürlü bir toplum yaratmış olan Avrupa’da çok kültürlülük giderek daha fazla savunulan “ahlaki” bir görüş olarak gelişiyor. Avrupa Birliğinin ve UNESCO’nun “dünya kültürel çeşitliliğini koruma” politikaları hep bu yolda atılan adımlardır.
Ben önümüzdeki dönemlerde bir taraftan küreselleşmenin hayatımızı daha da derinden etkileyeceğine inanırken diğer taraftan da “dünyalı” olmanın en önemli koşulunun kendine güvenen güçlü yerel kültürlere sahip olmaktan geçtiğini düşünüyorum. Nasıl bir Japon kendi özellikleriyle dünya kültürünün bir parçasıysa, bizler de ancak kendimize has özelliklerimizle dünya kültürünün bir parçası olabiliriz.
Kendi otantik kimliğimizle barışmalıyız. Bireysel ve toplumsal olarak bizi biz yapan özelliklerimizi daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Kültürümüz yaşamımızın ruhudur. O daima bizimdir ve denetimimizin altındadır. Kültürümüzü yaşatıp, geliştirip, kullanmalıyız. Böylece o da bizi geliştirecek, gerçeğe ve hakikate ulaştıracaktır. Ben tüm bunları yaparken yani yerel olanı yüceltirken evrensel olandan kopmamamız gerekir düşüncesindeyim. Doğrusu, yerel olanı evrensel bir anlayışla evlendirebilmektir.
Kaynak: Temel Aksoy
Bu Makale 4430 Kez Okundu.
Bu Haber İçin Kayıtlı Yorum Bulunamadı!